'KuirFest Karantina' Yazı Dizisi: Bölüm 2

Duyuru Listesine Geri Dön


'KuirFest Karantina'nın 'Kuir Film Okumaları – 101' buluşmalarındaki tartışmaların bazılarını yazıya döktük. Yazı dizisinin ikinci bölümüne Ayşenur Mulla’nın yazısıyla devam ediyoruz.

Okja: Kuir Bir Dostluk

(Ayşenur Mulla)

Kulağımdan miyavlama sesinin hiç gitmediği bu günlerde böyle bir yazı yazıyor olmak duygularımı iyice yoğunlaştırdı. Burada okuyacağınız bir film okumasından ziyade duygu yoğunluğunda daha fazla içimde tutamadığım korku ve sevginin bir yansıması, tıpkı Okja’daki Mija gibi. Reçel, kedilerim arasında en kırılgan ve en hasta olanı. Üç kiloluk, minicik bir kedi ve minicik bedenine tam anlamıyla büyük gelen bir kalbi var, ciğerleri de bitkin, şimdi de midesi yoruldu. Organizma olmak zor iş, yaşamak daha da zor bir iş, sağlıklı yaşama konusuna girmiyorum bile bu kaotik salgın günlerinde.

Kendimi daha yakın hissettiğim bir karakter olmamıştı şimdiye kadar. Mija’nın tonlarca kiloluk süper domuzunun peşinde dünyaya kafa tutması bana hiç de yabancı gelmedi. Okja için kendini tabiri yerindeyse paralaması, varını yoğunu ortaya koyması, Okja’nın canı yandığında onun da canının yanması o kadar tanıdıktı ki filmi zar zor bitirdim ilk izlediğimde. Okja’nın karnından minik örnekler alınıp pişirilmesi, katledilmek için şişmanlatılması, lezzeti için yarışması ve zorla çiftleştirilmesi, acı çığlıkları… Bunların hepsini bir oturuşta izlemek

biraz ağır gelmişti. Bu rahatsız edici sahnelerin yanında içimi sakinlikle dolduran Okja ve Mija’nın dağlarda beraber gezdiği, zıpladığı oynadığı sahneler vardı. O kadar incelikli bir dünyanın içindeydiler ki… Mija ve Okja birbirini tamamlayan iki dosttu. Okja doğaya aitti ama Mija ona uyum sağlayabiliyordu aynı şekilde Okja’da bir evin içinde uyumaya alışmıştı. Sevgi bir yerde birbirimize alışmak değil miydi? Mija dedesi ve kendisi için eve balık götürmek zorunda kaldığında, doğadan kopardığı her balık için Okja ona yardım etti ama aynı zaman da balıklara da yiyebilmeleri için dışkısını bıraktı. Karşılıklı bir dönüşüm ve bütünlük içinde bir hayat sürme çabasıydı belki de. Ekolojinin hükmedeni değil, parçasıydılar. Hoşgörü ve paylaşmaya dayalı bir dünya yaratma peşindeydiler belki.

Hayvan özgürleşmesini kuir hareketten ayrı tutamıyorum. Tutmamamız gerektiğini de düşünüyorum. Kuir olmayı hayvanların dünyasından çıkaramıyorum. Çünkü onları şu tuhaf dünyanın en kuir canlısı olarak düşünüyorum. Hiçbir zaman söz hakkı verilmemiş, her zaman insan dışı olarak temsil edilen, her zaman katledilen fakat hiçbir şekilde sözü edilmeyen… Tüm bunların ötesinde insanın üzerinde sürekli tahakküm kurmaya çalıştığı varlıklar/ organizmalar. Zaten bu yaşadığımız salgın da insanın doğaya tahakküm kurmasından, hep dahasını istemesinden çıkmadı mı? Eğer kuir, otoriteye karşı çıkabilmekse ya da en azından bunu arzulamaksa bir hayvanın kuirliğinden nasıl şüphe duyabilirim ki?

İnsan olmayan hayvanları ne evimize sığdırabildik, ne de onlara kendine bile hali kalmamış doğanın içinde huzur verebildik. Kendi varoluş sıkıntılarımızın acısını hayvanlardan çıkarttık, açlığımızı onlarla dindirdik, susuzluğumuzu onlarla giderdik, onlarla ısındık, onlarla yürüdük, onlarla süslendik. Türcülüğü, heteroseksizmden ayırmak mümkün değil. Türcülük de heteroseksizm gibi sadece kabuledilebilir olanı seviyor, yüceltiyor. Carol J. Adams Etin

Cinsel Politikası adlı kitabında “Etin hangi özelliği erkek egemenliğinin övgüsü ve sembolü haline gelmesini sağlamıştır? Cinsiyet eşitsizliği birçok yönden tür eşitsizliğinin içine işlemiştir zira çoğu kültürde eti temin etmek erkekler tarafından yapılan bir iştir. Et ekonomik anlamda değerli bir maldır; bu malın kontrolüne sahip olanlar güce sahip olur.” Diyerek türcülüğün heteroseksizmden ayrı düşünmemiz gerektiğini göstermiştir. Kediler, köpekler ve kuşlar için deli olurken, evimize giren bir sinekten bile rahatsız oluyoruz, bir arının vızıltıyla etrafımızda dönmesinin F16ların tepemizde dönmesi kadar büyük çığlıklara neden oluyor. İnekleri evlere sığdıramadığımız için mi sevemiyoruz? Balıklar tüylü olmadığı için mi daha kolay fırınlanabiliyor? Koyunlar kuyrukları fazla yağlı olduğu için bir Goldenretriever havası vermediği için mi yanımızda gezdirmeyip, kasap camlarına asıyoruz? Farklı olmanın, normların dışında yaşamanın ve yaşamak istemenin ceremesini çekmiş her canlının, hayvanlara karşı bu ikiyüzlü davranışı anlayabileceklerini düşünüyorum.

Okja gibi yaşamaya çalışırken sisteme ittirilmek istenen her bireyin bir Mija’ya ihtiyacı var ve Mija’nın da ona yardım eden ona inanan insanlara ihtiyacı var. Bana göre Mija sadece bir özne/ karakter değil, cesaret ve birlikteliği temsil eden bir imge. Bana göre Mija; sonsuz merhamet ve ortak yaşama, birbiri için yaşama, yan yana yaşama. Mija ve Okja gibi birbirimizi anlayarak, kulaklarımıza içimizdekileri fısıldayarak yaşayabilmek… Tüm çeşitliliğimizle bir bütün olabilmek… Kuirin açtığı şemsiye her zaman bunları da kapsayacak.

Belki de film bize bugünlere tekrardan bakmamızı öneriyor: Normal olan, bazıları için hiçbir zaman normal olmadı. Bugünler bittiğinde ‘normale’ dönmek de bir nevi bazı canlılar için hala cehennemi çağrıştırıyor. Bu nedenle Okja bize kuir yoldaşlığı, normal olmayanı gösteriyor. Tüm bu kaosun içinden dayanışmayla çıkabileceğimiz bir patika açıyor.