'KuirFest Karantina' Yazı Dizisi: Bölüm 4

Duyuru Listesine Geri Dön


'KuirFest Karantina'nın 'Kuir Film Okumaları – 101' buluşmalarındaki tartışmaların bazılarını yazıya döktük. Yazı dizisinin dördüncü bölümüne Kaan Akın’ın yazısıyla devam ediyoruz.

Di Navberê De/ Arada (2018) Üzerine Kuir Notlar: Dil, Aidiyet ve Sınır
(Kaan Akın)

“Mirov li welatekê na jî, mirov di zimanekî de dijî.
Welatê me, warê bav û kalên me ziman e,
ji vê pê ve welatek tune ye.”
Emile M. Cioran (1)

Ali Kemal Çınar’ın son filmi Di Navberê De, oto tamircisi Osman’ın hikâyesi aracılığıyla dil sorununu ele alır. Bu hikâyedeki çatışma, Osman’ın absürt bir biçimde aynı anda iki işi yapamamasından kaynaklanır: Osman araba tamir ederken konuşamaz, bir şeyler yiyip içerken karşısındakiyle iletişim kuramaz. Filmde bunun nedeni olarak da Osman’ın anadili olan Kürtçeyi anlarken bu dili konuşamaması, Türkçe konuşulanlara da Kürtçe cevap vermesi gibi bir dil bölünmüşlüğü gösterilmektedir. Osman’ın bu bölünmüşlüğü, hayatında yapmak istediklerine / arzularına da bir ket vurur. Bu yazıda, Osman’ın karmaşasını öncelikle Deleuze ve Guattari’nin yersiz-yurtsuzlaşma (deterritorialization) ve yeniden-yer-edinme (reterritorialization) kavramları ışığında okumayı deneyeceğim. Daha sonra, filmin içindeki kendine normda yer edinmeye çalışan Osman’ın, dille ilgili olan ‘sakatlığı’ yüzünden norma dâhil olamamasını kuir tartışmalar çerçevesinde ele alacağım. Son olarak ise, seyirciye dilin sınırları üzerinden baskın olan / kenarda kalan ikiliğini ortaya çıkaran anların izini süreceğim. Buradaki temel mesele, bir karakterin dil, sınır ve aidiyetle nasıl ilişki kurduğuna kuir perspektiften bakmaktır. Denilebilir ki, Çınar’ın yarattığı Osman; topluma bağlanamamasıyla, arzularını gerçekleştirememesiyle ve kendi yerini edinmeye çabalamasıyla kuire dair de olan hislerin yansıtıldığı bir karakterdir.

“Dille olan sorunun nedir usta?”

Yukarıdaki soru hem Türkçe hem de Kürtçe öğretmeni olan Gulbîn’in Osman’la tanıştıklarında ona sorduğu sorudur. Osman da bu soruya şu şekilde yanıt verir: “Valla abla, ben kendimi bildim bileli böyleyim. Bir dili tam kullanamıyorum. Yani konuştuğum dili anlamıyorum, anladığım dili konuşamıyorum.” Aynı sahnede “Senin anadilin yarım kalmış” sözüyle Osman’ın ‘eksikliğini’/ tamamlanmamasını vurgulayan Gulbîn, onu anadili Kürtçe’yi baştan öğrenmeye davet eder. Böylelikle, Osman kendini ‘tamamlamak’, ‘eksikliğini’ gidermek için Kürtçe teori ve dil bilgisi kursuna başlar. Film boyunca da dille olan problemler seyirciye çeşitli noktalarda sunulur.

Gilles Deleuze ve Felix Guattari “yersiz-yurtsuzlaş(tır)ma” kavramını dil ve edebiyat üzerinden tartışmaya açmışlardır. Bu kavramın ilk olarak her ne kadar Kafka’nın ürettiği eserler üzerinden ilerlese de, aynı kavrama kuir bakış da getirmek olasıdır. Çünkü bu kavram,

ana akım olanın içinden (bu dil, toplumsal cinsiyet ikilikleri, coğrafi sınırlarda farklı dışarıda bırakmalar olabilir) çıkan ‘azınlığın’ tekrardan kendisine alan açmasıyla ilgilidir. Genellikle çoğunluğun içindeki ‘azınlık’ kültürün içerisinden çıkan yersiz-yurtsuzlaşma, şu şekilde açıklanmıştır: “Dışsal kaynaklı ilişkilerle yersiz-yurtsuzlaştırılmış bir organizma önünde sonunda kendi içsel kaynaklarıyla yeniden yer edinir.” (2) Buradan dışarıya / köşeye itilmiş canlıların (herhangi bir ayrım yapmaksızın tüm organizmalardan bahsedildiğinin altının çizilmesi gerekir) kendi potansiyeliyle tekrardan yer edinmesi konusuna dikkat çekilebilir. Tüm bu bağlam, bize kuirin ikiliklere bölünmüş alanlar üzerinde tekrardan hak iddia edip, o alanları tekrar ele geçirmeleriyle bağdaştırılabilir.


Caren Kaplan, bu kavramları geliştirerek, aslında kavramın kuirle olan bağlantılarını daha çok açığa çıkarmıştır. Deleuze ve Guattari’nin dil üzerinden geliştirdiği yersiz-yurtsuzlaşma terimini “kimliklerin, kişilerin ve anlamların postmodern dünya sistemine özgü olarak yerinden edilmesi (displacement)” olarak kavrama yeni bir bakış katar: “Deleuze ve Guattari yersiz-yurtsuzlaşmayı dildeki yabancılaşma ve sürgün anını belirlemek için kullanır.” (3) Kavramın taşıdığı yeni ufuklar açma potansiyelini de reterritorialization (yeniden-yer-edinme) olarak tanımlanır: “[Yersiz-yurtsuzlaşmanın ürettiği] yabancılaştırma, dışlamayı üretse bile, yeni potansiyel bir birliği ifade etmek ve başka bir anlayışı zorlamak için hayal gücünü devreye sokar.” 10 Başka bir deyişle, yersiz-yurtsuzlaşma her ne kadar dışlanmayı içinde barındırsa da başka türlü bir anlayış ve yaşam için hayal gücünün sınırlarını zorlamada etkili olabilmektedir. Aynı tartışmalar ışığında Kürt sinemasını ele alan Sebahattin Şen, “…karakterlerin içine huzurla yerleştikleri bir dilin olmayışı [evinde hissedememeyi] göstermektedir” (4) demektedir. Evinde hissetmeme hali, baskın olanın diline yerleşememek, ancak köşede olanın alanını da tam olarak belirleyememekten kaynaklanmaktadır. Evde hissedememe hali, kuir açısından önemlidir çünkü kuir bedenlerde erkek / kadın ikiliğine gir(e)meme, her iki alanda da kendini rahat hissedememe ve hatta her iki alanda da potansiyel bir dışlanmayla karşılaşması muhtemeldir. Özellikle kuirin dil gibi ikili cinsiyet sistemine dayandırılmış bir iktidar içerisinde kendisine yer bulabilmesi de oldukça meşakkatlidir.

Tüm bu tartışmalar ışığında filme dönecek olursak; Osman ne kendi anadili Kürtçe içerisinde ne de resmi dil Türkçe içerisinde kendisine alan yaratabilir, iki dilde de ‘eksiktir’. Osman’ın ildeki yarası, bize içine doğduğumuz dilin (ki bir dilin içerisinde doğmak, bizden önceki normlar bütünü içine doğmakla eşdeğer görülebilir) kuralları çerçevesindeki temsil edilememeyi çağrıştırır. Ayrıca Cerena Andermatt Conley de, Deleuze ve Guattari’nin fikirlerinden yola çıkarak dil hakkında şunları söyler: “… dil sadece baskın düzen olarak vardır. Bir iletişim değil bir yönerge / emirdir. Dil sınırı yaratan merkezdir – tam tersi değil.” (5) Osman anadili Kürtçe’nin merkezini yitirmiştir ancak baskın dil olan Türkçe’de de kendisine yer edinememektedir. Kürtçe dilindeki yarım kalmışlığını tamamlayarak, kendisine dilde yer edinmesi koşuluyla toplumun içerisinde kabul edilebilir bir konum kazanacaktır.

Ayrıca, filmde dil ve coğrafi sınır konusuna da değinilmektedir. Dilin anlam kazanmasını coğrafi sınırlarla bağdaştırarak, sınırlar değiştiğinde anlamın da değiştiği / hatta bazen politikleştiği vurgulanmaktadır. Osman’ın Kürtçe kursunda tanıştığı Teymur’un ‘sadece emir üzerine konuşması’ bu duruma bir örnektir: “Rojava’dan buraya geldiğimde beş dil biliyordum. Kürtçeyi lehçeleriyle birlikte, Arapça, Fransızca, az çok İngilizce. Buraya geldikten sonra Türkçe dışında hiçbir dil kabul görmedi. Dillerimin tümü öldü. Anlamı kalmadı, boşa çıktı.” Coğrafi sınırları yaratan düzenin en büyük destekçilerinden biri olan dilin, farklı sınırlarda farklı kabul seviyelerinin olması da dilin ‘sınır’ çeken bir yapı olduğunu göstermektedir. Öyleyse, film, dil meselesi üzerinden bir karakterin yerini-yurdunu kaybetmesi ve o alanı yeniden kazanmaya çalışmasıyla azınlıkların bu iktidar odaklı oyunda kendisini nasıl konumlandırabileceğinin yollarını / patikalarını arar.

“Osman dixwaze bi zewice” (6)

Filmin başında ekrana yansıyan bu cümle, Osman’ın heteronormativiteye katılma istediğinin göstergesidir. Ancak Osman’ın dille ilgili yaşadığı ‘eksiklik’ ve bu durumun beraberinde getirdiği ‘sakatlık’, onu toplum tarafından norm olanın dışarısına atar. Osman’ın evlenmek istediği insanlar, öncelikle Osman’ın bu durumunu ‘ilginç’ bulur, daha sonra da bu durumdan sıkılırlar. Bu nedenle, Osman’ın dildeki ‘sakatlığı’, onu norm olanla sürekli olarak bir çatışma içerisine de sokar.

Aslında, Osman’ın evlenme isteği / arzusu onu heteronormativeye eklemlenme isteğiyle paraleldir. Normal / yasal / geleneksel (ne dersek diyelim) olana eklendikten sonra, mutluluk vadeden heteronormativite, Osman’ın kendisine toplumda yer bulması için de önemlidir. Evlenmeyi ve mutluluğu ayrıcalıklı olma çerçevesinde tartışmaya açan Sara Ahmed, evlilik kurumuna şu sözlerle eleştiri getirir: “En temel mutluluk göstergelerinden biri evliliktir. Evlilik mutluluğu maksimize ettiği için ‘bütün olası dünyaların en iyisi’ olarak tanımlanabilir. Argüman çok basittir: Evliyseniz muhtemelen evli olmamanıza göre daha mutlu olduğunuzu öngörebiliriz. Bulgu aynı zamanda bir tavsiyedir: Evlenin ve daha mutlu olun!” (7) Ahmed’in mutluluk üzerinden aslında bu duygunun toplumun ayrıcalıklı kesimlerine nasip olduğunun altını çizdiği bu sözleri, filmin anlatısıyla paralellik göstermektedir. Osman’ın ‘eksikliği’, onun arzularına / isteklerine engel olur. Bu nedenle, sürekli olarak kendisini sorguladığı anlara da şahit oluruz.

Filmin başında, Osman ile annesi birlikte konuşurken Osman ona gelin adayıyla geçen buluşmasını anlatır. Daha ilk buluşmadan gelin adayına takıntısını açıkladığını söyleyen Osman’a annesi karşı çıkar: “Osman’ım söylemeseydin, olmaz mıydı?” Buradaki diyalog, Osman’ın annesinin bu ‘takıntıyı’ saklaması gerektiği, aksi takdirde insanların Osman’ı kabul etmeyeceği endişesini de taşımaktadır. Bu endişe, aslında, Osman’ın topluma bağlanamamasından, norm olanla ilişkisini devam ettirememesinden de kaynaklı bir endişedir. Bu nedenle, Osman’ın mutluluğunun önündeki engel, ayrıcalıklı bir alan olan evliliğe katılamamasından kaynaklı bir endişedir. Ancak Osman’ın bu türden bir endişesinin (en azından annesi kadar) olmadığını şu sözlerden anlayabiliriz: “Rica ediyorum sen bana birini daha bulma… Bugüne kadar benim sosyal hayatım yoktu, ben o yüzden sana dedim bul. Bundan sonra ben ne yapacağımı iyi biliyim. Keyfime bakacam, ben kendim bulurum… Sen bana bir daha bir teklifle gelme, gerisini bana bırak.” Osman, evli olanların bekâr olanlardan ‘daha mutlu’ olduğu varsayıldığı alana girememiştir. Böylelikle, geleneği devam ettiremeyip, arada kalan karakter durumundan kurtulamamıştır ya da kurtulmak istememiştir.

“Dengê te jî çû.” (8) / Son Sözler

Filmin son sahnelerinden birinde, Osman ebeveynleriyle otururken hepsinin sesi arada gidip gelir. Bazen Türkçe – bazen Kürtçe cümleler birbirine karışır. Kimsenin ne dediği anlaşılmaz, iletişim tamamen kopmuştur. Bu sahne, Osman’ın ‘eksikliğinin’ giderilmediğinin altını çizmektedir. Hâlâ iletişim kanallarında kendisine yer edinememiştir, yani rahat hissettiği bir ev bulamamıştır.

Toparlamak gerekirse, Çınar sineması kendisini özne olarak filme ekleyen, oldukça kişisel yerden kurulan bir filmografiden oluşmaktadır. Son uzun metraj filmi Di Navberê De de aynı şekilde Osman üzerinden dil, beden ve aidiyet üzerinden tartışmalar açmaktadır. Tüm bu tartışmalara, kuir açılardan bakmanın mümkün olması, Osman’ın ‘tuhaf’ olarak nitelendirilebilecek anlarından kaynaklanmaktadır. Dille ilgili arada kalmışlık, iktidar olanın kurduğu sınır çekmesini / kapatmasını da açığa çıkarmaktadır. Daha sonra, bu ‘eksiklik’, kendisini toplumsal dışlanmaya kadar götürür. Oradan duygulara / hislere ve arzulara sızarak, bunların önüne engel olarak çıkar. Denebilir ki; Osman’ın dille olan mücadelesi, bedensel fonksiyonlarına sızmıştır. Buradan çıkış yolunu yönetmen, ‘köklere’ dönmek (yeniden-yer-edinme) olarak gösterir. Çünkü Osman Kürtçe kursuna gidip, anadilini öğrenmeye başladığında Kürtçe iletişimi geliştirmiş olarak görülmektedir. Dili, bedeni, cinsiyeti ‘ya o’ / ‘ya bu’ şeklinde ikiliğe indirgeyen tüm iktidar sistemlerinin sınırlarını sorgulatmaktadır film.

Bu yazıda, ana akım dışarısında üretim yapan öznelerin birleşebilme / ortaklaşabilme olanakları üzerinde durmaya çalıştım. İktidarın alanına ilk girdiğimiz yer olan anadilin, kuirle olan bağlantısına; oradan da mutluluk vadeden heteronormativiteye eklemlenme arzusuna değindim. Dilde olan ‘eksiklik’, gündelikte görünür olduğunda ne gibi sorunların ortaya çıktığına kuirden bakmaya çalıştım. Tüm bu tartışmalar bana hem bazı sorular sordurdu hem de bazı cevaplar verdi. Öncelikle, kuirin kendine temsil alanlarında yer bulamaması, ikiliklerle sürekli bir münakaşa halinde olması Osman karakterinin dilde kendine yer edinememesiyle paralel olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca, evliliğin ayrıcalığını yaşamak isteyen Osman’ın ‘sakatlığının’ onu bu normun dışına atması da, kuirin bir nevi ‘sakatlık’ olarak algılanıp dışlanmasıyla aynı his alanlarında dolandığını gösterir. Ayrıca şu sorular da hem film hem de bu yazı bittikten sonra aklımda hâlâ dolaşan sorular: Dildeki temsil edilememe durumu gündelik akışta nasıl yankı bulur? Norma katılamamak bizi nerelere / hangi tercihleri yapmaya götürür? Çeşitli nedenlerle temsil dışarısında bırakılanların ortaklaşmaları nasıl olur?


-NOTLAR-

1) "İnsan bir ülkede değil, bir dilde yaşar. Ülkemiz, anayurdumuz dildir, bundan başka da bir ülke yoktur." (Emile M. Cioran)
2) Deleuze ve Guattari, A Thousand Plateaus, 1987, syf. 188.
3) Kaplan, “Deterritorializations: The Rewriting of Home and Exile in Western Feminist Discourse”, içinde Cultural Crititique (6), syf 187 – 198.
4) A.g.y.
5) Şen, Gemideki Hayalet, 2019, syf. 326.
6) Conley, “Thirty-six Thousand Forms of Love”, içinde Deleuze and Queer Theory. 2009, syf. 27.
7)  “Osman evlenmek istiyor.” (Filmden)
8) Ahmed, Mutluluk Vaadi, Çev. Deniz Mayadağ. 2016, syf. 17.
9)  "Senin de sesin gitti.” (Filmden)